11 Ağustos 2012 Cumartesi


                                KULLUK SANATI

Gerçek şu ki insanlar, kendilerine bir iyilik yapıldığında, iyilik yapana teşekkür etmeyi bir borç bilirler. Daha da ilerisi yapılan iyiliğin altında kalmak istemezler ve iyilik yapana bir iyilik yapma fırsatının doğmasını beklerler. Hele de yapılan bu iyilik büyük bir sıkıntıyı gideren veya ölümden kurtaran cinsinden olursa, artık iyilik yapılan, iyilik yapanın kul ve kölesi olur. Her yerde ve her toplulukta iyilik yapan kimseyi övmek, iyilik yapılanın vaz geçilmez bir görevidir. “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır” atasözü de bu duruma açıkça işaret etmektedir.
Oysa her varlığı biçimlendirerek yaratan, her canlının rızkını veren, cinleri ve insanları yalnızca kendisine kulluk etsinler diye var eden âlemlerin Rabbi Yüce Allah, övülmeye ve kulluk edilmeye her varlıktan daha lâyıktır. “(Gerçek) övgünün, yalnızca Allah için” olduğu Kur’an’ın pek çok yerinde açıkça vurgulanmıştır.
İnsandaki bilgisizlik, acelecilik, nankörlük, zalimlik, inanç azlığı ve şımarıklık Allah’a yapılması gereken kulluğun Allah’tan başka varlıklara kaymasına neden olmuştur. Böylece insan, kendisi gibi sonradan yaratılmış varlıkları tanrı bilmiş ve bu aslı olmayan tanrıları kendi eliyle biçimlendirdiği put ve heykellerle yaşatmaya çalışmıştır.
Müslümanların da büyük çoğunluğu Allah’ın emir ve yasaklarından yüz çevirmiş, özellikle helal kazanç yollarından uzaklaşmışlardır. Müslüman olduklarını her fırsatta söylemekten çekinmeyen bu kimseler, Allah adına bir araya gelmeyi, namaz kılmayı ve oruç tutmayı terk etmişlerdir. İşin en ilginç yanı Allah’a kulluk yapmayı öğrenme ihtiyacı bile duymamışlardır.  Gönlünde İslâm’dan biraz kırıntı kalanlar da Allah'ı Cuma günleri mescitlerde ve bazen de mübarek gün ve gecelerde anar ve arar olmuşlardır.
Bununla birlikte hastalandıklarında, bir çıkmaza düştüklerinde, doğal âfetler karşısında, kuşkusuz ölümün biraz daha yakın hissedildiği ve hatırlandığı cenazelerde, kısaca darda ve çaresiz kalınan her zaman ve her yerde “Allah yanı başlarında olsun” istemişlerdir.
Oysaki onların  bunları Allah'tan (cc) isteyecek ne yüzleri, ne de geçerli bir nedenleri vardır. Çünkü zamanlarının çoğunu dünya işleriyle, oyun ve eğlence ile geçirmişlerdir. Onların, neredeyse yaşantılarında  Allah’a ayıracak ne yerleri, ne de zamanları olmuştur. Çünkü onlar akıllarına, bilgilerine, gençliklerine ve siyasetlerine güvenmişlerdir.
Allah bizleri affetsin.
Görülüyor ki kimi müslümanlar, yaşantılarının ilk sıralarında yer almayan bir Allah’a inanıyor olmuşlardır. Çünkü onlara “Kendi işlerimi kendim halledebilirim. Ben kendi kendime yeterim. Bir başkasına ihtiyacım yok.” düşüncesi egemen olmuştur. Açıkça söylemek gerekirse onların, kolay zamanlarda Allah'a (cc) hiç mi hiç ihtiyaçları yoktur. Oysa içinde yüzdükleri bunca nimetleri hazırlayan, onlara beden ve akıl sağlığı veren hep O'dur. O, dilerse bütün bu nimetleri bir anda alıverir de tutan el tutmaz, yürüyen ayak yürümez, gören göz görmez olur ve gelir getiren işleri bir anda sona eriverir. Peki, bu durumda bu insanlar ne yapacaklardır?
Gaflet etme ey oğul, gel gönülden tövbe et.
Pâk eyle sen kalbini, yürü mescid yoluna.
Bunca şeyler öğrendin, bildiğinle amel et.
Yol yakınken dön bundan, dalıp kalma oyuna.

Bizi “kulluk etsinler” diye yaratan, sağlık ve esenlikle yaşatan Rabbimizdir ve bizi benliğimizden kurtarıp günahlarımızdan arındıracak olan da odur. Yeter ki biz, O’na tam bir dönüş yapalım ve O’ndan bağışlanma dileyelim.

Unutmamak gerekir ki Allah’tan başka kulluk edilecek ve yardım istenecek başka bir ilâh yoktur. Öyle ise namaz kılarak, oruç tutarak, yoksulları gözeterek, helal yollardan rızık arayarak O’na kulluk etmeyi sürdürelim. Bu anlayış ve bilinçle kulluk etmek ne kadar güzel ve ne kadar üstün bir sanattır.
Biz Rabbimizi seviyoruz.
Ne gariptir ki, ALLAH’a inandığını söyleyip de şeytanın peşinde koşan ve nefislerini tanrı edinen bazı insanlar vardır. Köpek bile ekmek yediği kapıya ihânet etmezken, bu nankör insanlara da ne oluyor?
Rabbimiz, bizleri kulluğundan ve sevdiklerinden ayırma. Bizleri iyi kimselerle bir araya getirip ve onlardan yararlandır.
ÂMİN!

12 Mayıs 2012 Cumartesi

KIYÂMETİN ARDIŞIK ALÂMETLERİ


                  DECCÂL, MEHDÎ, HZ. İSÂ
Çok yalancı, hilekâr, kötü ve uğursuz kişi anlamına gelen Deccâl, İslâm toplumlarının göreceği en son ve en büyük küfür akımının temsilcisidir. Çünkü o, görenlere rüzgâr estirmek, yağmur yağdırmak ve bitki bitirmek, gibi bir takım sıra dışı olaylar göstererek tanrılık iddiasında bulunacak ve insanları kendisine inanmaya ve tapınmaya çağıracaktır. Bu nedenle Deccâl ve fitnesi, kıyâmet alâmetlerinin büyüklerinden sayılmıştır.
Yaptığımız araştırmalara göre kıyâmetin üç büyük alâmeti aynı zaman dilimi içinde peş peşe ortaya çıkacaktır. Bunlar da:
 Deccâl
 Mehdî
 Hz. İsâ
Konuyu hadislerin ışığı altında sırasıyla inceleyelim.
1.      DECCÂL’IN ÇIKMASI
"Kuşkusuz on alâmet belirmedikçe kıyâmet kopmayacaktır.
1.        Doğuda bir yerin batması,
2.        Batıda bir yerin batması,
3.        Arap yarımadasında bir yerin batması,
4.        Tüm dünyayı kaplayacak bir dumanın ortaya çıkması,
5.        Hz. İsa’nın gelmesi,
6.        Deccâl’ın çıkması,
7.        Dâbbetü´l-arz,
8.        Ye´cûc ve Me´cuc,
9.        Güneşin battığı yerden doğması,
10.     Aden toprağının sonundan (Yemen´den) bir ateş çıkarak insanları haşr olacakları yere sürmesi". (Müslim, Fiten, 39, 40, 128, 129; Ebû Dâvûd, Melâhim, 12; Tirmizî, Fiten, 21; İbni Mâce, Fiten, 25, 28).
“Deccâl doğu tarafından çıkar.” [Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, İbni Mâce, Ahmed İbni Hanbel, İbni Ebi Şeybe, Hâkim]
Deccâl dinin güçsüzleştiği, ilmin yetersiz duruma geldiği bir anda ortaya çıkar." (Müsned: 3,367)
“Deccâlın bir gözü kördür.[Buhari, Müslim, Ebu Davud, Ebu Nuaym]
“Deccâlın boyu kısa, saçları kıvırcıktır.” [Ebu Davud]
“Deccâl Mekke ve Medineye giremez.” [Buhari, Müslim, Muvatta, Tirmizi, Ahmed İbni Hanbel]
“Deccâlın çocuğu olmaz. [Ahmed İbni Hanbel]
“Deccâl çıkar ve tanrı olduğunu söyler,  fakat onun tanrılığına inanan kâfir olur.” [İbni Ebî Şeybe]
''Ashâb diyor ki, Hz. Peygamber'e Deccâl’ın yeryüzünde ne kadar kalacağını sorduk. Bize şöyle cevap verdi:
“Kırk gün kalacak. Birinci günü bir sene gibi, ikinci günü bir ay gibi, üçüncü günü bir hafta gibi ve diğer günleri de sizin günleriniz gibi olacaktır.” Bunun üzerine kendisine:
''Ey Allah'ın Rasûlü, bir sene gibi olan o günde bizim bir günde kıldığımız namaz yetecek mi?” diye sorduk. Şöyle buyurdu:
''Hayır, o an yetecek kadar kılın!'' Ardından şöyle sorduk:
''Ey Allah'ın Rasûlü deccalın yeryüzündeki hızı nasıldır?'' Şöyle buyurdu:
“Rüzgârın alıp götürdüğü yağmur gibidir. Bir topluluğa geldiğinde onları davet eder. Onlarda kendisine iman edip çağırısına koşarlar. (Müslim, Fiten: 110; Ebu Davud, Melâhim: 14; Tirmizî, Fiten: 59; Müsned, 6: 455-456.).
Peygamber efendimiz (sav):
“Deccâl’ın son günleri o kadar kısa olur ki, sizden biriniz Medine kapısından çıkıp, onun tepesine varıncaya kadar, akşam olacaktır.” Buyurunca Ashâb:
Ya Rasûlallah, o kısa günlerde nasıl namaz kılacağız?” dediler. Cevaben buyurdu ki:
“O uzun günlerde takdir ettiğiniz gibi takdir edeceksiniz.” [İbni Mâce]
Deccâl’ın ortaya çıkacağını bildiren hadisler inkâr edilemeyecek kadar açık ve nettir. Fakat gerekli şartlar oluşmadan Deccâl ortaya çıkmaz.
DECCÂLİN ORTAYA ÇIKIŞINI HAZIRLAYAN ŞARTLAR
Kuşkusuz Allah’ın salih kullarının bir araya gelerek her gün gecenin son üçte birinde oluşturduğu yüce bir meclis vardır. Bu yüce meclise “Sâlihler Divânı” denir. Sâlihler Divânının başkanı “ĞAVS” adı verilen büyük bir velidir ki, onun zamanında yeryüzünde ondan daha büyük başka bir veli yoktur. Divânda, ğavsın tam karşısında oturan ve Divândaki diğer veliler adına ğavsla konuşan bir vekil ve yedi tane de kutup vardır. Bunlar ğavsın yardımcılarıdır. Bu dokuz büyüğün emri altında peygamberler sayısınca veli vardır.
Sâlihler Divânı, daha önce belirttiğimiz gibi her gün gecenin son üçte birinde toplanarak ertesi gün olacak işlerin kararlarını alırlar. Bunların hepsi de aklı başında seçkin kimselerdir. Yani aralarında aklı perdelenmiş meczûb hiçbir veli yoktur.
Kıyâmetin kopmasına yakın zamanda Sâlihler Divânını, aklı başında velilerin azalmasıyla, aklı perdelenmiş meczûb veliler doldurmaya başlar. Öyle ki, Divânda, meczûb veli sayısı aklı başında veli sayısını aşar da ğavsı bile oy çokluğu ile meczûblardan seçerler. Ne zaman ki ğavs meczûb bir veli olur, işte o zaman yeryüzünde birbirine zıt olaylar meydana gelmeye başlar.
Dünyanın bir tarafını kuraklık, bir tarafını sel baskınları, bir tarafını dondurucu soğuklar, bir tarafını kavurucu sıcaklar kaplar. Deprem ve toprak kaymaları sıklaşır. Ülkeler ve insanlar arasında karışıklıklar ve savaşlar birbirini kovalar. Özellikle İslâm ülkelerinde insanlar rahat yüzü göremezler. Bütün bunlar, ğavs olan meczûb velinin tutarsız tasarruflarının bir sonucudur.
İşte bu durumlar meydana gelmeye başlayınca (Allah lânet eylesin) Deccâl da hemen ortaya çıkar. Fakat bu karışık durumlar hadiste belirtilen süreden uzun olamaz. Çünkü ğavslık makamına Mehdî getirilir. İnsanlık, Mehdî ile birlikte barış ve adâletin ön plana çıkarıldığı yeni bir dünya düzeninin başlayacağı bir çağa adım atar. Bunun böyle olacağını Hicri 12. yüzyılın Ğavsı Seyyid Abdülazîz Debbağ (ks) Hazretleri haber vermiştir.
2.      HZ. İSÂ’NIN GÖKTEN İNMESİ
" Meryem oğlu (İsâ) gökten sizin yanınıza indiği ve kendinizden olan devlet başkanınız namazda imamınız olduğu (İsâ da imamınıza uyduğu) zaman bakalım nasıl olursunuz?" (Sahih-i Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, Hadis No: 1406, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1986, c. 9, s. 182)
“İsâ (gökten) inip Deccâl’ı öldürecektir.” [Müslim, Ebu Davud]
“İsâ, Deccâl’ı öldürdükten sonra iki kişi arasında düşmanlık kalmayacaktır.” [Müslim]
Âriflerin büyüklerinden Ebu’l Vefâ Seyyid Süleyman Çelebî 1990 yılında Ankara’daki evinde bir gün yatsı namazından sonra öğrencilerine şunlar anlattı:
-  Benim Adana’da bir hanım öğrencim var. Bu sabah beni telefonla arayarak gece gördüğü bir rüyasını anlattı ve yorumunu istedi. Bu hanım şöyle dedi:

-  Bundan birkaç gün önce Hz. İsâ (as)’ın sevgisi gönlüme düştü ve onu görmeyi çok arzu ettim. Rabbime Onu bana göstermesi için çok yalvardım.  Bu gece rüyamda Hz. İsâ’nın iki meleğin omuzları üzerinde yeryüzüne indiğini gördüm.  Vallahi sen Hz. İsâ’sın, dedim. Evet, ben Hz. İsâ’yım, dedi. Bunun üzerine: Yoksa geldin mi yeryüzüne? Diye sordum. O da: Hayır, Otuz yıl sonra geleceğim, bu gün yalnız senin için indim, dedi.” Hz. Şeyh bu kadarını anlattıktan sonra: Doğrusu bu hanımın anlattığı bu rüya çok hoşuma gitti. Birden aklıma geldi ve sizinle paylaşmak istedim, dedi.

3.      MEHDÎ’NİN GELMESİ
 “Kıyamet kopmadan önce, Allahü Teâlâ, benim evladımdan birini yaratır ki, ismi benim ismim gibi, babasının ismi de benim babamın ismi gibi olur. Ondan önce dünya zulümle dolu iken, onun zamanında adâletle dolar.” [Tirmizi, İbni Asâkir]
 “Ümmetim içinden Mehdi gelecektir. (Aranızda kalması) kısa tutulursa (kalacağı süre) yedi (yıl), kısa tutulmazsa (kalacağı süre) dokuz yıl olacaktır. Benim ümmetim o devirde öyle bir refah bulacak ki, o güne dek onun bir benzeri kesinlikle bulmamıştır. Yer yemişini (gıda ürünlerini) verecek ve insanlardan hiçbir şey saklamayacak (vermezlik etmeyecek)tir. Mal da o gün çok birikmiş olacaktır. Bir adam kalkıp: Ey Mehdi! Bana (mal) ver! Diyecek ve Mehdi de: Al! Diyecektir." (Sünen-i İbni Mâce, "Kitabü’l-Fiten Tercümesi ve Şerhi", Kahraman Neşriyat, cilt 10, Mütercim: Haydar Hatipoğlu, Bab: 34, s. 347)
"Ehl-i beytimden ismi benim ismimin aynı olan bir kişi Araplara başkan oluncaya kadar dünya sona ermeyecektir." (Sünen-i Tirmizi Tercümesi, Hadis No: 2331, Mütercim: Osman Zeki Mollamahmutoğlu, Yunus Emre Yayınları, c. 4, s. 91)
MEHDÎ NE ZAMAN ORTAYA ÇIKACAK
Yaptığımız tesbitlere göre Mehdî, Hicrî 1400 ile 1500 yılları arasında ortaya çıkacaktır. Bu yıllar arası müslümanlar açısından zorlu ve sıkıntılı yıllardır. Öyle ki, İslâm Dini ve müslümanlar horlanacak, aşağılanacak, zulüm ve baskı altında tutulacak, bazı çevrelerce müslüman olmak suç bile sayılacaktır. Bundan başka yeryüzünde akıl almaz bazı doğa olayları, savaşlar ve sosyal karışıklıklar meydana gelecektir. İşte Mehdî, insanların tam bir ümitsizlik içinde kıvrandıkları bu zamanda ortaya çıkarak idareyi ele alacaktır. Mehdî’nin ne zaman geleceği ile ilgili tesbitlerimize gelince:
1.   İslâm bilginlerinin seçkinlerinden olan İmam Celâleddin Suyûtî, kıyâmet alâmetlerinden söz eden "El-Keşfü Fi Mücâzeveti Hazin…" adlı kitabında Peygamber (sav) Efendimizin şöyle dediğini haber vermiştir:
Bu ümmetin ömrü bin seneyi geçecek, fakat bin beş yüz seneyi aşmayacaktır.”
2.    Hz. Ali (ra) Efendimiz; zaman, Besmele'nin harflerinin sonuna geldiğinde Mehdi'nin çıkacağını söyler. (Ramûzu’l Ahâdis, 2: 676)
Şimdi Peygamber (sav) Efendimizin söz konusu hadisini Hz. Ali (ra)’ın sözüne uyarlayalım.
Bilindiği gibi Besmelenin harfleri 19 tanedir ve son harfi de “Mim”dir. Mim harfinin ebced hesabında karşılığı 40 sayısıdır. Basit bir hesapla 1400 yılına bu sayıyı eklediğimizde karşımıza 1440 yılı çıkar ki, bu da Mehdî’nin çıkış yılı olur. 1440 Yılı Miladi yıllardan 2020 yılına denk düşer. Bu basit hesabımızı destekleyen aşağıdaki olayı hep birlikte okuyalım.
3.      1984 yılı idi. Bir akşamüstü otobüsle işten eve dönerken, daha önce tanıdığım bir dostumla karşılaştım. Kendisi benden yaşlı idi. Gübre ve Azot Sanayii Genel Müdürlüğünde hizmetli olarak çalışıyordu. Bana yaklaşarak:
 - Hocam, sana ilgini çekecek bir olay anlatacağım, dedi. Ben de:
 - Buyur, anlat, dedim. Başladı anlatmaya:
 - Bizim kurumda bir kooperatifimiz var. Daha önce kim işlettiyse hep açık verdi. Bir türlü kâra geçiremediler. Daha doğrusu işletenler para yiyorlardı. Sonunda İmam-Hatip Lisesi mezunu Kayserili bir genci işe aldılar ve kooperatifin başına geçirdiler. Bende temizlik işlerim bitince onun yanına gidiyor, birlikte sohbet ediyorduk. Ramazan ayının dördüncü günü bu gence Kayseri’den amcasının öldüğünü bildiren bir telgraf geldi. Bunun üzerine izin alarak Kayseri’ye gitti ve iki gün sonra döndü. Ben:
- Başın sağ olsun, Allah amcana rahmet etsin, diye taziyede bulununca, bana şöyle dedi:
- Sana amcamla ilgili garip bir şey anlatacağım, dedi. Ben de:
- Anlat, seni dinliyorum, dedim. Bana şunları anlattı:
- Allah amcama bol rahmet etsin. Amcam insanlara karşı çok iyi ve ibadetine düşkün salih bir adamdı. Kimsenin işine gücüne karışmaz, herkesle iyi geçinirdi. Benim İmam-Hatip Lisesine gitmeme ve okumama da o sebep oldu. Beni de çok severdi. Allah için ben de amcamı çok sever ve sayardım. 1980 yılı içinde idi. Ben okulu yeni bitirmiş, iş arıyordum. Amcamın hastalandığını duydum. Geçmiş olsun demeye gittiğimde bana:
- Gel, yeğenim gel. Beni senden başka kimse dinlemez ve anlamaz. Sana anlatacaklarımı bir kâğıda yaz ve sakla, dedi. Ben de elime bir kâğıt ve kalem alarak anlattıklarını yazmaya hazırlandım. Başladı anlatmaya.
- Oğlum ilk önce şunu yaz. “Mehdî dünyaya geldi (hicrî 1400 yılı). Dünyanın bütün velileri Mehdî’nin doğumunu 14 gün boyunca kutladılar.”
- İkinciye de şunu yaz. “Ben 1984 yılının Ramazan ayının 4. Günü ikindi namazından sonra vefat ederim.” Sonra bana dönerek:
- Oğlum bu kâğıdı iyi sakla ve kimseye gösterme, diye de uyardı. Ben de bu kâğıdı nerede saklayayım, kaybederim diye amcamın evindeki Kur’ân’ın içine koydum. Aradan tam dört yıl geçti. Amcamın vefatını haber alır almaz, biliyorsun memlekete gittim. Fakat amcamın cenâzesine yetişemedim. Amcamın üzerimde çok hakkı vardı. Bari bir Yâsin okuyayım diye amcamın evindeki Kur’ân’ı elime aldım. Kur’ân’ı açar açmaz amcamın dört yıl önce yazdırdığı kâğıdı koyduğum sayfa geldi. Kâğıdı okuduğum zaman dört yıl önce yazdıklarımla amcamın ölüm tarihi ve saatinin birbirini tam olarak tuttuğunu gördüm. Beni tarifsiz bir heyecan ve sevinç kapladı. “Öyleyse, amcamın Mehdî hakkında yazdırdıkları da doğru çıkacaktır.” Dedim, dedi.
 MEHDİ 40 YAŞINDA ÇIKACAKTIR.
Bir adam, "Ya Rasûlallah, o gün insanların imamı kimdir?" diye sordu. Buyurdu ki: "Evladımdan 40 yaşındaki Mehdi'dir." (Kitabü’l- Burhân fî Alâmet-il Mehdiyyi’l- Âhir Zaman, s. 22)
“Mehdi, benim evlatlarımdandır, 40 yaşlarındadır.”  (Kıyâmet Alâmetleri, s. 163)
Buraya kadar anlatılanlardan vardığım sonuç şudur:
 “1400/1980 yılında doğan Mehdî’nin, 40 yaşında başa geçeceği yıl 1440/2020 yılıdır. Hz. İsâ (as) da aynı yıl gökten yeryüzüne inecektir. Bu durum, Deccâl’ın daha önce ortaya çıkıp tanrılık iddiasında bulunmasını gerektirmektedir.”
Şimdi Deccâl’ın 40 günlük saltanat günlerine gelelim. Biliyorsunuz bu kırk günün ilk günü bir yıl (365 gün), ikinci günü bir ay (30 gün, üçüncü günü bir hafta (7 gün) ve diğer günleri normal günler gibi olacaktır. Bu da 37 gün eder. Bunları topladığımızda 439 veya bir gün fazlasıyla 440 güne denk gelmektedir. Bu sayı da hicri 1440 yılıyla uyuşmaktadır. Bir yıl kadar uzun sürecek bir gün nasıl olacak? Sorusuna cevap arayalım.

MAYA KEHÂNETİ
Adrian G. Gilbert’in hazırladığı ve  Özge Akbulut’un tercüme ettiği Sınır Ötesi yayınlarından “Maya Kehânetleri” adlı kitapta şu anlatımlara yer verilmiştir:
"22 Aralık 2012'de, Yerküre manyetik bir eksenin merkezine girecek ve bunun sonucunda 60 ile 70 saat arasında, büyük bir bulut tarafından karanlığa gömülecektir. Çevresel kötüleşmenin etkilerinden kurtulmaya çalışan dünyamız başka bir çağa girecek, bundan dolayı da ciddi ve büyük olaylar yaşanacaktır. Depremler, tusunamiler, su baskınları, volkanik patlamalar ve henüz adı bile konulamayan yaygın hastalık vurgunları bunlardan bir kaçıdır. Çok az kişi yaşamını sürdürebilecektir."
FOTON KUŞAĞI
Foton sözcüğü, ışık parçacığı, ışık paketçiği, ışık zerreciği gibi anlamlara gelmektedir. Atom fiziğinin konusu olan fotonlar, atom altı parçacıkların yüksek enerjili ışık zerrecikleridir. Bu zerrecikler uzayın bilinmeyen bir bölgesinde yoğunlaşarak güneş sistemimizi içine alacak büyüklükte devasa bir kuşak oluşturacaktır. Bu büyük kuşak;
 2012 yılında güneş sistemimizi tüm gezegenleri ile birlikte içine alacaktır.
Güneş sistemimiz bu foton kuşağına girdiğinde dünyamızın ozon deliği onarılacak
Tüm yaşam 3. boyuttan 5. boyuta geçecektir.
İnsanların 2 sarmallı DNA’ları ikişerli olarak bir araya gelerek 12 sarmallı bir DNA'ya dönüşecektir.
Bu olay sırasında tüm insanların çakraları açılacak, duyu ve algıları artacaktır. Böylece herkes birbirinin düşüncesini okuyabilecektir. Bu durum, ilk önce kısa süren bir karışıklığa neden olacak, fakat daha sonra herkes bir düşünce birliği içinde bir araya gelecek, önyargının, yalanın ve kötü düşüncelerin olmadığı bir ortama geçilecektir. İnsanlar birbirinin auralarını görebileceklerdir.
12 sarmallı DNA'ya sahip olan insanlarda hiçbir hastalık kalmayacak, hasta olanlar kendilerini ve birbirlerini iyileştirebileceklerdir.
İnsanlar ölümsüz olacaklar (!) Ölüm olayı, fiziksel dünya'da kalmaktan vazgeçip başka bir boyuta geçmeye karar verme seklinde olacaktır. Dünya'da kalmayı seçenler, ölmeye yani başka boyuta gitmeye karar verenlerin ortadan bir anda kaybolduğunu göreceklerdir.
Fiziksel dünyamızda kalmayı seçen insanların ışık bedenleri olacak ve bu cennete benzeyen ışıklı dünyada çok güzel vakit geçireceklerdir. Fiziksel olarak 2000 yıl sürecek olan bu olay sonrasında foton kuşağı güneş sistemimizi terk edecektir.
Güneş sistemimizin foton kuşağının içindeki yolculuğu 2000 sene kadar sürecektir. Foton kuşağından çıktıktan sonra tekrar foton kuşağına girmek için 10.500 yıl geçmesi gerekecektir.
Bu devrelerin alt devreleri de vardır ama üst devre 206 milyon yıl sürer. Foton kuşağının da aurası vardır.  Dünyamız ve güneş sistemimizin tamamı ilk aura katmanına (enerji seviyesine) 1962 yılında girmiş durumdadır. Yani şu anda foton kuşağının düşük enerjili ilk kısmının içinde bulunuyoruz. Dünyamız ikinci enerji seviyesine ise 1987 yılında girdi. Üçüncü enerji seviyesine ise 2012 yılında girecek, 5 ila 6 gün boyunca karanlıkta kalacaktır. Üçüncü enerji seviyesine tam olarak girildiğinde ise karanlık sona erecek ve yeryüzünde 440 gün boyunca artık hiç gece olmayacaktır. Üçüncü enerji düzeyi foton halkasının içidir.
Foton Kuşağı güçlü elektromanyetik radyasyona sahiplik eden yoğun bir uzay boşluğudur ve bazı x-ışınlarını da içermektedir. Foton Kuşağının merkez alanına girilmesiyle birlikte yaşanılması beklenen fiziksel ilk etkileşimler ise şu şekilde sıralanıyor, yayınlanan birçok raporda:
1. gün: 21 Aralık 2012'de güneş sistemimiz kör bölgeye girecek, tüm canlıların beden tipinin değişme olacak, elektrik üreten aygıtların hiçbiri çalışmayacak ve dünyamız tam bir karanlık içinde kalacaktır.
2. gün: Atmosfer basıncı düşecek, herkes kendisini şişmiş gibi hissedecek, güneş ısısının yeterli olamaması nedeniyle dünyanın her tarafı kutup soğuklarına benzer bir biçimde soğuyacaktır.
3. ve 4. gün: Asıl foton etkisinin başlaması ile birlikte atmosfer şafak vaktine benzer bir biçimde sönük bir ışıkla aydınlanacak, foton enerjili aygıtlar çalışır duruma gelecek, yıldızlar yeniden gökyüzünde belirecektir.
5. ve 6. gün: Dünyamız karanlık ve onu takip eden kör bölgeden çıkarak 24 saatlik gündüz devresine girecektir. Dünya ana foton kuşağı içinde iken tüm canlılar güçlenip zindeleşeceklerdir. Bu arada dünyanın her tarafı kutup soğuklarından kurtulacak, foton ışınıyla çalışan gemilerin uzayda yolculuk yapmaya başlayacaktır. Telepati ve telekinezi gibi ruhsal yetenekler ortaya çıkacak, hemen herkes süper bilince sahip olacaktır.
Sibirya'daki Rus Ulusal Bilim Akademisi’nin yaptığı çalışmalar sonucu elde edinilen bilgiler de şöyledir:
“Şu anda Güneş Sistemi'nde yaşanılan enerjisel değişimin olası tek nedeni farklı, daha yüksek olan bir enerji alanına giriyor olmamız olabilir. Ve bu yüksek enerjiye geçişin sonucunda DNA spirallerinin kendileri de değişim geçirmekteler. Şimdiye kadar hayatımızda yer alan bilimsel araştırmalar sonucu elde ettiğimiz bilgilerle ortaya çıkarılan 2 sarmallı DNA yapısı hızla mutasyona/değişime uğramaktadır. Bu sıçrayışla da bu sarmalın 2'den 12'ye çıkacağı biliniyor. Bu enerji emiliminin Güneş Sistemi'ndeki tüm maddelerin özünü değiştireceği bekleniyor. Bu değişimleri çevremizde bir bir deneyimliyoruz.
Aslında tüm bunlar, ya hücresel ya da ruhsal boyutta olsun, bize pek yabancı değil. Bütün bunlar, çevremizde her an deneyimlediğimiz olayların yalnızca bir dökümü. Evrene dikkatlice baktığımızda ve onu kalbimizin içsel kulağıyla dinlediğimizde bunlardan farklı bir şey duymayacağımız da apaçık ortada.
Her gün yaşadığımız ve gün geçtikçe artan doğal felâketler, politik sürtüşmeler, savaşlar, içsel değişimler binlerce yıldır beklenilen dönemin habercileri elbette. Bunların hepsi asırlardır bekleniyordu. Bunlar kutsal kitaplarda ve eski uygarlıkların yazıtlarında her zaman karşımıza çıktılar. Şimdi ise bu değişime tanık oluyoruz ve yeni dönemin getirdiği farklılıklara yaşamlarımızı uyarlamaya hazırlanıyoruz. Çünkü başka bir seçeneğimiz de yok. Ya değişimi kabul edecek "BİR" olacağız, ya da eski enerji ile birlikte savrulmayı göze alacağız.”

BİLGİLERİN ANALİZ VE YORUMU
Geleceğe ve diğer bilinmeyenlere ait bilgilerin üç güvenli kaynağı vardır.
1.      Allah’ın son kitabı Kur’ânı Kerîm,

2.      Rasûlullah (sav) Efendimizin şerefli sözleri,

3.      Allah dostları âriflerin müşâhedelerine dayanan sözlü ve yazılı anlatımları.
Bu üç güvenli kaynağın dışından aktarılan gelecek ve bilinmeyenle ilgili her türlü haber doğru ve güvenli değildir. Bu tür haberlerin kaynağı kuşkusuz cinler ve şeytanlardır. Onlar da geleceği bilemedikleri gibi, bildikleri başka konularda da asla doğru söylemezler. Bu durum cin ve şeytan kaynaklı haberlerin güvenli ve doğru olmadıklarının açık bir kanıtıdır.
Yalnız güneş sistemimizi içine alabilecek devasa boyutlarda bir foton kuşağının varlığı Deccâl günlerinin açıklamasına bir yorum olabilir.
Çünkü foton kuşağına giren dünyamız, bu kuşağın elektro manyetik etkisi altında kalacağı için elektrik üretilemeyecek, pusulalar çalışmayacak, füze fırlatılamayacak, uydular aracılığıyla internet ve telefon haberleşmesi sağlanamayacaktır.  Bundan başka yangın, kuraklık, sel baskınları, depremler, toprak kaymaları ve iklim değişiklikleri olacak, insanlar ve ülkeler arasında can, mal ve namus güvenliğini yok edici bir takım karışıklıklar meydana gelecektir. En önemlisi dünyanın süper güçleri kendi dertlerine düşeceklerdir. Deccâl da bu karışıklılardan yararlanarak ortaya çıkacak, fakat hadislerde belirtildiği gibi 439 veya 440 günden fazla bir saltanat süremeyecek ve bu sürenin sonunda Hz. İsâ (as), gökten inerek Deccâl’ı öldürecektir.
Beklenen kurtarıcı olarak Mehdî, Medine’den çıkacak, Şam’ı başkent yaparak İstanbul’u alacak, Vatikan ve Roma’ya kadar uzanacak ve tüm Hıristiyan dünyasını Hz. İsâ (as) ile birlikte müslüman yapacaktır. Böylece müslümanların ve insanlığın altın çağı başlayacak, kurtla kuzu yan yana yaşayacaktır.
Bir teori olmaktan öte gitmeyen Maya Kehâneti ve bu kehânete dayalı yorumların müslümanın inançları açısından hiçbir değeri yoktur. Çünkü cennet ve cehenemiyle büyük kıyameti inkâr eden ve ölümsüzlüğü bu dünyada arayan bir zihniyetin beklentilerine şeytanlardan uzanan bir yardımdır.  Foton Kuşağı teorisine benzyen daha birçok teori daha vardır ki bu teoriler baştan başa şeytanların bir düzmecesidir. Bununla birlikte Foton Kuşağı teorisini, Deccâl günlerinin yorumuna bir katkısı olabilir nitelikte gördüğümüz için bu yazımıza aldık.  Her şeyin doğrusunu yalnızca Allah bilir. Allah’tan kurtuluş ve esenlik dileriz.
Bu yazı, bazı çevrelerin; “ Deccâl çıktı, Mehdî geldi, Hz. İsâ yeryüzüne indi ve Deccâl’ı öldürdü” gibi saçma sapan görüşlerine bir cevap olarak yazılmıştır.

MEHDÎ A.S. Hakkında Tarihî İfşâat

       Sultançiftliği, İSTANBUL (1981)

       Bismillâhirrahmanirrahim

       İlimlerin hakikati Besmele-i şerifedir. Allah, Besmele-i şerîfe olan ulûm hakîkatinden bizim kalplerimize de versin. Sahib’in zamanında «Bismillâhirrahmânirrahîm» ile olan tecelliyi, o zamanda yaşayacak olan bütün ümmet-i Muhammed görecektir. Bunlar, şimdiki teknikçilerin rüyalarında bile hayal edemeyecekleri işlerdir. Şimdiki teknikleri kendilerine çok yüksek görünüyor. Bundan ileri bir teknik ilerleme düşünemiyorlar, bundan ilerisini akıl edemiyorlar. O zamanda bu Cenabı Allah’ın Bismillâhirrahmânirrahîm’e tahsis etmiş olduğu rahmet tecellileri ile harika işler, mucizeli kerametler bütün millete göründüğü vakit; o zamandaki insanlar bu tekniği adeta roket süratinin yanında karıncanın debelenmesi gibi sayacaklardır. Besmele-i Şerîfeye has olan bunca manevi kuvvet ve ilâhi inâyet kaynakları açılacaktır.

       Eskiden dükkân sahipleri perde indirir, içerde ya yatar, ya camiye gider, ya da evine dönerdi. Böyle olduğu gibi evliyaların hepsi evvelden ayan olarak görünürlerdi, şimdi böyle setrelerini perdeleyivermişler.

      Neden? Alış-veriş çok durgun. Hazret bana hikâye etti:

       - Şam şehrinde camide halvet ve riyâzette bulunuyordum. Bir gün ekâbiru’l ricâlden yani büyük evliyadan olan Salâhaddin Mağribî Hazretleri orada hazır oldu.  O zaman bende de hal var, dedim ki:
-         Nedir bu sizdeki mürüvvet kıtlığı? Sizde hiç mürüvvet namına bir şey kalmadı mı? Neye gizlenip duruyorsunuz?

       Hizmetimizi gören Ebu Bekir adında bir mürid de yakında oturuyordu.
-         Ebu Bekir! Git içeriye, bizim aileye söyle, çayı hazır etsin, diyerek onu oradan savdım. Ondan sonra böyle söylediğimde Selahattin Mağribî Hazretleri dedi ki:
-         Ey kardeş! Bize, bizim sözümüzü dinleyecek ve kabul edecek yerinde bir kimse gösteriniz, biz de meydana çıkalım. Kalblerine tesir edecek bir kimse gösterin ona göre bizdeki ulûmu meydana dökelim!
O vakit Şeyh Efendi Hazretleri öyle söyledi:

       - Nâzım Efendi! Bırak ulema sınıfını. Ulema sınıfında tesir sıfır, zaten sıfırın altına da düştü. Ulemanın ilminden millete hidayet vesilesi olacak kuvvet büsbütün kesilmiştir. Ulemanın, milleti küfür ve isyan akımlarından kurtarıp Hak canibine döndürmeye ilmi kudretleri artık kalmamıştır, sıfıra düşmüştür.
Bir defa Mısır’a gitmiştim. İskenderiye’de bir genç âlim benim yanıma yaklaştı:
- Neredensin diye, bana sordu.
- Şam’dan geliyorum, dedim. Bunun üzerine bana:
- Bu İskenderiye’de yüzellibin Ezher mezunu âlim vardır, dedi. Bir Ezher âlimi buraya gelirse bizim âlimler dut yemiş bülbül gibi mahpus kalırlar. Onun yanında konuşacak bir cümle bulamazlar. Ezher âlimleri öyle kuvvetli âlimlerdir. Mısır ehlinin hem lisanları, hem okumaları itibariyle onların ilmi ve hafızası da, natıkası da, dilleri de kuvvetlidir.

       O vakit dedim ki:

       - Maşallah! Hem sana, hem o yüzellibin âlime. Yüzellibin âlimin bulunduğuna bu memleket şehâdet ediyor mu? Yüzellibin âlimin bulunduğu bir memleket bu halde mi olacak? Böyle mi olması lâzımdır? Nerde sizin ilmî kudretiniz? Demek ki sıfırdır. Bu kadar ifsat olduğu vakitte yüzellibin âlimi bana niye söylersin? Nerde sizin ilminizden istifade eden kimseler? Sen bana demek istedin ki, bu memleketin hepsi hastadır. Doktoru yok mu? Yüzellibin doktor! Yüzellibin doktor olduğu memlekette bu kadar hasta olur mu? Demek ki sizin hiç tedavi edeniniz yok yahut verdiğiniz ilaçlar, hepsi müddeti geçen ilaçlar. Şimdi ilaçların üzerinde tarifleri ve son kullanma tarihleri var. Eskiden bu yok idi. Şimdi o da yeni icat. “Bu tarihten bu tarihe kadardır, ondan sonra dök ilacı. Kuvveti, tesiri kalmaz.
Eskiden ilacın bozulduğu duyulmazdı, şimdi vakti geçti, dök gitsin. Ya sizin verdiğiniz ilaçların vakti geçti, ya da siz hastalıktan anlamazsınız. Öyle ya, yüzellibin âlimin bulunduğu memlekette bu kadar fesat, bu kadar hasta insan, bu kadar itikadı bozuk adam nasıl olur?

       Hazret:
-         Bu akım, önünde kayaları devirip giden müthiş bir sel gibidir. Allah’tan kaçış cereyanı bu. Bu akım, Allah’tan kaçmak akımıdır. Öyle müthiş derecede akıyor ki, önüne gelen ne varsa devirip götürecek. Büyük dehşetli kayaları da süpürüp götüren öyle bir selin önüne onu durdurmak için âlimler oraya toplanmışlar, ellerine kürek almışlar ve yanlarında dağlar gibi saman var. Seli durdurmak için o samanı kürekleyip selin önüne atıyorlar. İşte onların yaptığı iş bu.

       Öyle müthiş seli saman durdurabilir mi? Buna imkân var mı? İmkânı yok. Bununla beraber söylediklerinde, eğer hakkını verip söylerlerse onlara dair fazîlet vardır. İşte biz durdurmaya uğraşıyoruz durmuyorsa o başka mesele.
Şeyh Efendi Hazretleri bana:
-      Bırak âlimleri, bütün evliya da bütün peygamberlerin kuvveti ile de bu kaçan insanlara yetişmeye imkân yoktur, dedi. Öyle bir seğirtiyorlar ki, Allah’tan kaçışta, onların arkasından yetişip de onları önleyecek bir kimse yok. Evliyanın kuvveti yetişmiyor şimdi. Önleseler, söndürebilirler, lâkin öyle bir koşup kaçıyorlar ki, evliya velâyet kuvveti ile bile arkalarından yetişemiyorlar.
Salâhaddin Mağribî Hazretleri, «Bize bir dinleyecek kimse gösteriniz de, onlara bizim ilmimizden söyleyelim» dedi. «Bizi dinlemeyen bir kimseye bir söz söylediğimizde, biz o ilmi kaybetmiş oluruz, boş işler yapmış oluruz
O ilmi lüzumsuz yere atıp zayi etmekle, en aşağı mertebede boş bir iş yapmış oluruz. Ancak Cenabı Allah bir kimseye kendi kudretinden giydirirse ancak o, seğirtip kaçanları önleyebilir. Onlara «DUR! Buraya kadar!», dediğinde ona karşı duracak bir kimse de yoktur. «DUR!» dediği anda onlar durmaya mahkûmdur. Mucizeli bir hal olmadan hem geçmiş evliyada olan kerametler ve onlarda olan ilimler de kâfi değil.

       Şeyh Efendi Hazretleri ile ilk defa bu âlemde teşerrüf ettiğim vakitte:
- Oğlum! Seni biz teslim aldık, dedi. Evliyanın Sultanı ile ilk mülakat olduğum gün, Şam’da Şeyh Hasan Râi Hazretlerinde idik. Geçen senelerde onun kabrini açtıklarında olduğu gibi çıktığını söylediler. Hazret, orada yedi sene halvet ve riyazette bulundu. Burada Fatih Çarşamba’da Erzurumlu Hacı Süleyman Efendi Hazretleri vardı. Üçyüzonüç Nebî ve Mürsel kıdeminde olan mürşid-i izamdan birisi idi. O beni oraya sevk eyledi.

       Şimdi, Sahibüzzaman Mehdi Aleyhisselâm, bütün gelmiş geçmiş evliyaların hepsine verilen ilimlerden fazla olarak yediyüz ilme mazhar olmuştur. Yani Cenabı Allah ona bütün evliyadan ziyade olarak hiç bir evliyaya açılmayan hakikat menbâından yediyüz ilim vermiştir.

       İlim dediği vakitte, ne gibi bir kuvvet var?

       Allah’ın beyanına bak, bizim sözümüze bakma. Orada bizim sözümüz yoktur. Cenabı Allah, hak sözü söyletiyor. İlimdeki kudrete bak sen. Esteîzübillah,

فَاقْصُصِ الْقَصَصَ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُون                   
       «Faksusil kasasa leallehüm yetefekkerûn»
    «Ey Habibim! Onlara geçmişlerin kıssalarından söyle ki onlar düşünsünler ve onların hikmetlerinden bilsinler.» Araf Sûresi: 176

       Cenabı Hak, Kur’ân’da Süleyman Peygamberin Saba Melîkesi Belkıs ile olan kıssasını bildiriyor. Ne zamanki Süleyman Aleyhisselâm, «Kim bana şimdi Belkıs’ın tahtını buraya getirir?» dediğinde bir ifrit dedi ki, «Bu meclisten kalkmadan evvel ben getiririm».

   Estaîzübillah,

     قَالَ الَّذِي عِندَهُ عِلْمٌ مِّنَ الْكِتَابِ أَنَا  آتِيكَ  بِهِ قَبْلَ  أَ نْ يَرْتَدَّ إِلَيْكَ  طَرْفُكَ        

       «Kalellezi indehu ilmum minel-kitab ene atîke bihi kable en yertedde ileyke terfük» Neml Sûresi: 40

    İfrit, Ben bu meclisten kalkmadan getiririm dediğinde, ona karşılık kendisine kitaptan ilim verilen bir zat dedi ki, Gözümü kırpıp açıncaya kadar getiririm! Dedi. İlmin kudretini gösteriyor Allah, haberin olsun. Ben âlimim deyip boşuna lakırdı söyleme. Süleyman Peygamberin yanında kitaptan kendisine ilim verilen bir kimse «Gözümü daha kırpıp açıncaya kadar buraya getiririm!» dediği anında oraya hazır etti. İlmin kudretine bak sen, ilimde kuvvet var.

        Hazreti Mehdî’ye o yediyüz ilim verildiği vakitte, o ilme has olan kuvvetle beraber olduğu halde verildi. Bütün bu âlemi hidayete sevk etmesi, bütün bâtılı mutlaka mahvetmesi içindir. Süleyman Peygamber’in veziri Asaf’a verilen, onlara tahsis olan ulûmdan bir ilim idi. Hazreti Mehdi aleyhisselâma verilen yediyüz derece, ilim derecelerinden ziyade kendisine verilmiştir ve her ilme göre bir salâhiyet, bir kuvvet onun emrine verilmiştir. Ona göre bütün bu dünyada,       Estaîzübillah: 
 وَقُلْ جآءَ لْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ إِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقاً

       «Ve kul câel hakku ve zehekal batıl innel bâtıle kâne zehukâ»

       «De ki, Ey Habibim! Hak geldi, bâtıl zâil oldu. Şüphesiz bâtıl yok olmaya mahkûmdur.» İsrâ Sûresi: 81

    Bu ayetin sırrının hakîkati, Hazreti Mehdî’de meydana çıkacaktır. Yeryüzünde bâtıl namına zâhir ve bâtında bir şey kalmayacaktır. Hatta kalbinde bâtılı tutan kimseyi de süpürüp götürecek. Hazret bana bunu da söyledi:
-         Oğlum! Sahibüzzaman olan Mehdi Aleyhisselâm bâtıl üzerine kurulmuş olan ne kadar müessese varsa, bâtıl temele oturtulmuş ne kadar kuruluş varsa ehli ile beraber atacak, bütün Hak kuruluşları meydana çıkacaktır.
İşte, ilim dediğinde böyle ilim olacak. O vakit cehalet tamamı ile yok olup herkesin kendi makamına, iman derecesine göre ilim ona açılacaktır, o ilim de verilecektir.

       İlim nedir?

       İlim, bizi Allah’ın kurbiyyetine iten kuvvettir. Biz ilim ile kurbiyyet makamlarına yürüyebiliriz. O zaman ki ilim, hikmet menbâındandır. Hikmet, ilmin ruhu mesabesindedir, hikmetsiz ilmin faydası yoktur. Ruhsuz ilim faydasızdır. İbliste ilim vardı, hikmet yoktu. Hikmet olmadığından Âdem peygambere secde etmedi. Edep dairesinden dışarıda kaldı. Hikmet sahibinde edep vardır. Allah, bizim kalplerimize de, o hikmet menbâlarından açsın.

       Mehdi Aleyhisselâmın Şam’da oluşu konusuna gelince, şimdi Şam’da değildir lâkin zuhuru için emir olunduğunda, şimdi bulunduğu makamda tekbir alıp hazır olacaktır. Halen hayattadır, lâkin Şam’da değildir.
Arab Yarımadasında, Necid ile Yemen arasında RUB'U’L HÂLÎ denilen bir yer vardır. Burası Necid çölünün güney uzantısıdır.  Orada hayat namına hiçbir şey yoktur. Orada nebat ta bitmez. Orası seyyar (rüzgârların etkisi ile sürekli yer değiştiren) kum denizleridir. Oradan ne bir kuş uçar, ne de bir kervan geçer. Oradan geçmek de yasaktır. Orası bomboş bir yerdir.
 
       İşte Mehdi (A.S.), o mıntıkada bir makamda duruyor ki, orası «KUBBETÜ’S-SÜED» denen bir makamdır. Orası Melâike-i Kirâm’ın bina etmiş olduğu bir kubbedir. Sahibüzzaman Mehdî Hazretleri de oradadır. Kırk halifesi de orada, yedi veziri orada,
Nebi ve rasûller orada ve büyük evliyadan kendilerine izin verilenler de orada hazır olurlar. Sıradan bir kimsenin oraya yaklaşmasına imkân yoktur. Cin taifesi ilâhi bir emirle orasını kuşatarak koruma altına almıştır. Oraya izinsiz gelene dokundukları gibi işini bitirirler.
Hatta Şeyh Abdullah Efendi Hazretleri, onu da söylemişti:

       - Orada, bir büyük mağara vardır, onların makamı o mağaranın içerisindedir. Orası birinci cihan harbinde işgale uğradığı zaman, İngiliz ve Fransızlar o taraflara uğramışlar ve bir devriye birliği orada acayip haller görerek; «acaba burada ne var, içeriye bir bakalım» diye içeriye girmişler ve bir daha dışarıya çıkamamışlardır. Cin muhafızlar onlara dokundukları gibi cansız bırakıp vücutlarını da alıp denize atmışlardır. Arkasından başka bir askerî birlik büyük projektörlerle arama yapmak üzere mağaraya girmişler. İngiliz'in bir bölük askeri arama yapmaya geldi, diyor. Nerde kayboldu bunlar? Bunun içerisinde. Onlardan da bir kişi sağ çıkamadı.  Cinler onlara da dokunup kaybetmişlerdir. Kimse bir daha içeriye  girip orayı  teftiş  edememiştir.

       Biz Medine-i Münevvere’de iken Şeyh Abdullah Efendi Hazretlerine bir haberci geldi. Sahib’in (MEHDÎ’nin)  hizmetini gören postacı evliya var, o Hazrete gelip Sahib’in kendisini davet ettiğini söyledi. Hazretin makamı, milletin içerisinde de görünmek olduğu için cismanî kuvvetle milletin içinde idi. Ruhanî kuvvetle de daima orada, Sahip’le beraberdi. Lâkin cismanî vücut ile de davet ettiğinde hâşâ sözüm huzurdan dışarı; avcı köpeği ile çıkar ya, o surette bizi de beraberine aldı. Tayyı zaman ve tayyı mekân ile oraya vardık, yürüyüşle değil. Göz açıp yumuncaya kadar oraya vardık. O makama indiğimizde, Sahibüzzaman Hz. Mehdî oradaydı. Mağaranın ağzı yetmiş zira’ yani yetmiş arşın /yaklaşık 52m/ gelir. Hazret geldiğinde, Sahibüzzaman ellerini açıp o yetmiş arşın ağzı olan mağarayı böyle tuttu. İki eli oradan oraya yetişti. Sonra Hazrete yürüdü. O kucaklayıp öptüğü vakit yukardan öper. Sahibüzzaman boylu-boslu, gayet te heybetlidir, bununla birlikte onun yüz yapısına da kimse bakmaya doyamaz. İşte, şeyhimizle böyle kavuşup, dedi ki:

- Ya Seyyidî! Sizinle görüşmek için bize emir olundu. Sizi onun için davet ettik, bilirsin buradan içeriye zâhirde girmeye izin yoktur. Siz içeriye girerseniz dışarıya çıkamazsınız. Sizinle burada görüşmek de cismanî kuvvetin hakkıdır.

        Şeyh Efendi Hazretleri, o meclisi bana bu beden gözleriyle gösterdi. Bütün bunları, sizin yakîn kuvvetiniz artması için söyletiyor.

        İşte Sahip, Şam’da değil o makamdadır. Lâkin kendisinin zuhuru emrolunduğunda Allâhu Ekber, Allâhu Ekber, Allâhu Ekber diyerekten Şam’ın kıyısında tekbir alır ve Şam’a girer. Girdiğinde bütün millet orada ona bey’at etmek için gelirler, o da kabul eder.

       İlk biat Arafat dağında oldu. Onikibin evliya biat etti. Dedik ya, avcı köpeğini yanında taşıdığı gibi Hazret’in beraberinde idim, Yani Sahib’e onikibin zat biat ettiğinde.

       İkincisinde, rüya yolu ile biat var. Rüyada çok kimseler Hz. Mehdî Aleyhisselâm'ı görüp ona bey’at ettiler.

       Üçüncüsü umumî olacaktır. Bütün İslâm Ehli ona bey’at etmek için akın akın Şam’a gelecek.
Sonra yeryüzünde Allah’ın Halifesi olduğuna dair bey’at alacaktır.


        Umumî biat aldıktan sonra bu bizim buradaki milletin İslâm’a yaptığı hizmetin mükâfatı olarak doğruca yürüyüp yedi konakta, İstanbul’a inecektir. Bu millet İslâm’a çok hizmet etmiş, ehl-i sünnet ve’l cemaat inancını korumuştur. İslâm’ın şerefli sancağını kutsal emanetlerle birlikte saklamıştır. 

        Bu nedenle Mehdî İstanbul’a gelerek sizi şereflendirecektir. Sen hiç korkma, o vakit bizim ahbapları görelim. İnşâallah beraber geleceğim. Şimdi kırılmış bit gibi duruyoruz. Kimsenin haberi yok ama inşâallahu’r-Rahman buraya bir geliş var. İnşallah orada «Lâ ilâhe illallâh» çektiğimiz vakitte, Sahip’le bu İstanbul’a girerken bir baştan bir başa kaynattırılacak.

       Teknik ne, silâh ne canım? Bi iznillâh teknikleri de çöpe, silâhları da çöpe atılacak. Allah, hepinizin dininizi artırsın. Kim dinleyip kabul ederse, o günlere, o saadet gününe onları da yetiştirsin. Kabul etmeyenler de yetişmesin. Madem istemiyor, kabul etmiyor, etmesin.

       Deccâl, Horasan cihetinden gelir, ilk Filistin’e iner. Yanında yetmiş bin taylasanlı Yahudi ile İsrail’e inecek. İsrail, onu bekliyor, onun için orada bir taht kurulmuştur. Geldiğinde oturacak yerini bilsin diye onların meclislerinde büyük bir taht vardır, oraya kimseyi oturtmazlar. Onlar Deccâli âhir zamanda gelecek peygamber diye bilirler. Hâlbuki kitaplarında yazılı olan Efendimizdir. «O değil, o değil» derken, şimdi işleri Deccâl’a kaldı. Deccâl gelip oraya oturup, ondan sonra ilân eder ki:

       Bütün dünyanın hâkimi benim. Tanrınız da benim, bana secde ediniz.

       Oradaki talebeler söyledi: Yahudiler böyle bir film çevirip onu Londra’da televizyonda göstermişler. Bir acayip isimle, o filmin adını koymuşlar. Harikulade işler gösteren bir kimse geldi, geliyor diyerekten kendi kitaplarına göre bir film ile onu intizar edip duruyorlar. Yahudiler bilir, onlar hazır da beklerler.

       İsrail devletinin orada muvakkat olarak kuruluşundaki hikmet budur. Allah onlara Deccâl ile birlikte kırk gün dünya hâkimiyeti verecektir. Hani Yahudiler daha önce Hz. Musâ (as) zamanında Kırk gün buzağıya tapmışlardı ya, işte, bunu anısına Deccâl da onları kırk gün buzağının üstüne bindirecek. Gezsinler, kırk gün dünya onların elindedir. Şimdi, bütün dünyada alttan alta, onlar hâkimdir. Lâkin o vakit zahirde de Yahudiler, bütün dünyanın idaresini ellerine alır.

DECCAL, ŞAM’A GİREMEZ. MEKKE MEDİNE’YE GİREMEZ.

        Ordusu: Bütün Yahudiler ve bütün veled-i zîna olan kimseler onun ordusunda, bütün edepsiz, kadınlar da arkasında olacak. İşte bu hippiler-mippiler onun arkasına takılıp bir ucu mağripte bir ucu maşrıkta ordusu ile dolaşacak. İş yok, güç yok, oyun-eğlence çok. Milletin istediği o. O zamanda çalgıyı çengiyi duyan, oyun - eğlenceyi duyan, iş-güç yok diye onun arkasına takılıp dolaşacak. Tâ ki Hazreti Îsa gökten yeryüzüne ininceye kadar.

Hazreti Îsa gökten yeryüzüne indiğinde Deccâl’i öldürecektir. Bütün Yahudileri ve Deccâl’ın askerini de tüketip yeryüzünde doğudan batıya «Lâ-ilâhe İllallâh» yazacak. İnşallah o saadet günlerine de yetişiriz. Dâbbetü’l arz ise İsa aleyhisselâmın sonralarında çıkacaktır.

       Bilirsiniz Karaköy’de Yeraltı Câmi’si vardır. Orada Rasûlullah (sav) Efendimizin ve bütün evliyanın ruhaniyetlerinin hazır olduğu bir meclise, yedi günlük iken Hz. Mehdî’yi, Hazreti Hızır (as), ona isim verilmek üzere getirdi. Hz. Mehdî her ne kadar yedi günlük bir bebek idiyse de, günde bir aylık büyüyerek yedi aylık bir bebek gibi oldu. Peygamberimiz onu «Muhammedü’l Mehdî» diye isimlendirdi. Sonra kendisi mübârek elini koyup vaktin sahibi olduğuna dair ondan biat üzerine durup bütün evliyalar da orada biat ettiler. Ondan sonra burada durdurulmadı, tekrar yerine döndürüldü.
       Hz. Mehdî’nin buraya İstanbul’a ikinci gelişi İslâm’ın şerefli sancağını teslim almak için olacaktır. Görevi odur. Şimdi kırk yaşını buldu ve ilerledi. Lâkin kırktan elliye kadar kırk diye hesap olunur.

       Bulutu gördüğünüzde, yağmur her halde yağar diye tahmin ettiğimiz gibi bu ehlullah da ortalığın haline baktığında onun gelişini öyle yakın görüyor. O,  ordusu ile geldiğinde kuzular da kesilip, ziyafetler de verilir. Zikirlerde çekilip, ondan sonra göz açıp yumuncaya kadar yerimize döneceğiz. Arabaya binmeye hacet yok, atların üzerinde. Atlara bindiğimizde; bizim bineceğimiz atlar İnşâallah ufka basarak gidecek.

       Mehdî’ye o genç halinde altı ay boyunca verilecek o manevî ilimlerin temelini Şeyh Şerâfeddin Hazretleri döşedi. Ondan sonra hizmet, bizim Hazrete verildi. Şimdi bizim Hazretten oraya kuvvet aşılanır. Ondan sonra o, meydana çıkacaktır.

       ALLAH, HÛ, HAK, HAY. Zikrettik. Zikrin dışında mıyız? Zaten zikrin içindeyiz. Şâh-ı Nakşibend Hazretlerine müridleri, «Elhamdülillah, sizi bulduk ya Seyyidî!» demişler. O vakit Şâh-ı Nakşibend Hazretleri bir perde yaptı, kendisini kaybetti. Onlar «Nerededir?» diyerekten oraya buraya koşup aramaya başladılar. Sonra ortaya çıkıp göründü ve dedi ki, «Ben Buradayım. Siz mi beni buldunuz? Yoksa ben mi sizi buldum? Hele bulun bakalım. Beni buldunuzsa niye burada bulamadınız

       İşte, onlar bizi buluyor. Müridleri o mürşidler buluyor, topluyor. Şimdi Anadolu’da, Arabistan’da ve buradaki şeyhlerden, bu hakîkat membalarını söyleyecek bir kimse, bu söze mezun olan şeyh yoktur. Bu, büyük şeyhimiz Hazretlerine açılmış bir kapıdır. Ona izin vardı, izinle söyleniyor, söyleyen O'dur, bizi zannetme. Bunu söyleyebilecek bir adam varsa, ben onun ayağının altını öperim.

Mehdî’den haberi olmayan, Mehdî’den haber bilmeyen, haber söylemeyen adam daha çok uzaktadır. O, o haberi ona bildirecek adam ister.

       Siz Cenabı Allah’a şükrediniz ki, size bu haberleri işittirecek kimseyi ayağınıza yolladı ve size bu gibi hakikatleri kabul edecek, tasdik edecek bir kalp te verdi. Bu nedenle sizler şeksiz - şüphesiz amennâ ve saddaknâ diyorsunuz.

        Hazreti Mehdî a.s. buraya geldiğinde, buradan İslâm’ın şerefli sancağını ve emanetleri de teslim aldığında, o zaman Deccâl’ın huruç ettiğine dair haber gelecek ve kendisi buradan hareket edecektir.
O zaman bütün dünyada ne kadar ehli iman varsa ilân olur ki;


DECCÂL’IN FİTNESİNDEN SAKINMAK İSTEYEN ŞAM’A, MEKKE’YE VE MEDİNE’YE GİRİP ORADA KENDİNİ GÖZETSİN!

       Bu İstanbul’da bir veliyyullah var, Boğazda. Siz onu bilmezsiniz. O, yalnızca doğrudan Hz. Peygamber Aleyhisselâmdan emir alır. İşte o, burada bulunuyor. Onun görevi, İstanbul’da kutsal emânetleri gözetmektir. Yedi düvelin kuvveti gelse onların çemberini kırıp ta içeriye adım atacak kuvvet yoktur. Bu emanet Hazreti Mehdî’nindir. Kim çalacak? Kim yaklaşabilir oraya? Yaklaşan bir kişi yanar, onun alevi görünür.

       Vaktin Sahibi, tevhid sancağını açıp tamamıyla zulmü ortadan kaldırıncaya kadar bu insanlar arasındaki ihtilaflar devam edecektir. Hak sahibinin hakkını, herkesin hakkını ve hukukunu adaletle taksim ettiği vakit; ihtilaf, kavga, ikilik, üçlük bitecektir. Şimdi herkes kendi yanında haklıdır.

       Cenabı Allah’ın (C.C.) onlara olan muameleleri niyetlerine göredir. İki taraf, üç taraf, dediğimiz kaç taraf olursa olsun onların niyetlerine göre Cenabı Allah (C.C.) onları muhakeme eder. Binaenaleyh niyeti hayır olan, Allah yanında niyeti makbul olan kimseye, Allah’ın muameleleri, Allah’ın rahmeti olacaktır. Niyeti şer olduğu vakitte, o zamanda Allah’ın ona karşı intikamı haktır. Cenabı Allah intikam alıcıdır.

       Bu ahir zamanda bu fitnelerin olacağını aleyhisselâtü vesselâm Efendimiz haber vermiş ve tâ vaktin sahibi çıkıncaya kadar da devamını bildirmiştir.

       Ölen ne için öldüğünü bilmeyecek, öldüren de ne için öldürdüğünü bilmeyecek. Ölen ne için öldüm? Öldüren ne için öldürdüm? ondan haberi olmayacak diye bildirmiştir. Öyle karanlık bir devirdir şimdi. Onun için Allah, vaktin sahibini bize tez gönderip o nuru açsın.

       Bizim silâhımız «ALLÂHU EKBER» dir. Bizim silâhımız üzerine silâhları varsa gelsinler. Siz, o silâhla silahlanın korkmayın.

“Bu sözü ben size, doğrudan Peygamberin emri ile söyledim.”

Ve başarı ancak Allah’tandır.

KAYNAK: Şeyh Muhammed Nâzım Âdil Hakkânî, TASAVVUFÎ SOHBETLER, İkinci Baskı: 201