12 Mayıs 2012 Cumartesi

MEHDÎ A.S. Hakkında Tarihî İfşâat

       Sultançiftliği, İSTANBUL (1981)

       Bismillâhirrahmanirrahim

       İlimlerin hakikati Besmele-i şerifedir. Allah, Besmele-i şerîfe olan ulûm hakîkatinden bizim kalplerimize de versin. Sahib’in zamanında «Bismillâhirrahmânirrahîm» ile olan tecelliyi, o zamanda yaşayacak olan bütün ümmet-i Muhammed görecektir. Bunlar, şimdiki teknikçilerin rüyalarında bile hayal edemeyecekleri işlerdir. Şimdiki teknikleri kendilerine çok yüksek görünüyor. Bundan ileri bir teknik ilerleme düşünemiyorlar, bundan ilerisini akıl edemiyorlar. O zamanda bu Cenabı Allah’ın Bismillâhirrahmânirrahîm’e tahsis etmiş olduğu rahmet tecellileri ile harika işler, mucizeli kerametler bütün millete göründüğü vakit; o zamandaki insanlar bu tekniği adeta roket süratinin yanında karıncanın debelenmesi gibi sayacaklardır. Besmele-i Şerîfeye has olan bunca manevi kuvvet ve ilâhi inâyet kaynakları açılacaktır.

       Eskiden dükkân sahipleri perde indirir, içerde ya yatar, ya camiye gider, ya da evine dönerdi. Böyle olduğu gibi evliyaların hepsi evvelden ayan olarak görünürlerdi, şimdi böyle setrelerini perdeleyivermişler.

      Neden? Alış-veriş çok durgun. Hazret bana hikâye etti:

       - Şam şehrinde camide halvet ve riyâzette bulunuyordum. Bir gün ekâbiru’l ricâlden yani büyük evliyadan olan Salâhaddin Mağribî Hazretleri orada hazır oldu.  O zaman bende de hal var, dedim ki:
-         Nedir bu sizdeki mürüvvet kıtlığı? Sizde hiç mürüvvet namına bir şey kalmadı mı? Neye gizlenip duruyorsunuz?

       Hizmetimizi gören Ebu Bekir adında bir mürid de yakında oturuyordu.
-         Ebu Bekir! Git içeriye, bizim aileye söyle, çayı hazır etsin, diyerek onu oradan savdım. Ondan sonra böyle söylediğimde Selahattin Mağribî Hazretleri dedi ki:
-         Ey kardeş! Bize, bizim sözümüzü dinleyecek ve kabul edecek yerinde bir kimse gösteriniz, biz de meydana çıkalım. Kalblerine tesir edecek bir kimse gösterin ona göre bizdeki ulûmu meydana dökelim!
O vakit Şeyh Efendi Hazretleri öyle söyledi:

       - Nâzım Efendi! Bırak ulema sınıfını. Ulema sınıfında tesir sıfır, zaten sıfırın altına da düştü. Ulemanın ilminden millete hidayet vesilesi olacak kuvvet büsbütün kesilmiştir. Ulemanın, milleti küfür ve isyan akımlarından kurtarıp Hak canibine döndürmeye ilmi kudretleri artık kalmamıştır, sıfıra düşmüştür.
Bir defa Mısır’a gitmiştim. İskenderiye’de bir genç âlim benim yanıma yaklaştı:
- Neredensin diye, bana sordu.
- Şam’dan geliyorum, dedim. Bunun üzerine bana:
- Bu İskenderiye’de yüzellibin Ezher mezunu âlim vardır, dedi. Bir Ezher âlimi buraya gelirse bizim âlimler dut yemiş bülbül gibi mahpus kalırlar. Onun yanında konuşacak bir cümle bulamazlar. Ezher âlimleri öyle kuvvetli âlimlerdir. Mısır ehlinin hem lisanları, hem okumaları itibariyle onların ilmi ve hafızası da, natıkası da, dilleri de kuvvetlidir.

       O vakit dedim ki:

       - Maşallah! Hem sana, hem o yüzellibin âlime. Yüzellibin âlimin bulunduğuna bu memleket şehâdet ediyor mu? Yüzellibin âlimin bulunduğu bir memleket bu halde mi olacak? Böyle mi olması lâzımdır? Nerde sizin ilmî kudretiniz? Demek ki sıfırdır. Bu kadar ifsat olduğu vakitte yüzellibin âlimi bana niye söylersin? Nerde sizin ilminizden istifade eden kimseler? Sen bana demek istedin ki, bu memleketin hepsi hastadır. Doktoru yok mu? Yüzellibin doktor! Yüzellibin doktor olduğu memlekette bu kadar hasta olur mu? Demek ki sizin hiç tedavi edeniniz yok yahut verdiğiniz ilaçlar, hepsi müddeti geçen ilaçlar. Şimdi ilaçların üzerinde tarifleri ve son kullanma tarihleri var. Eskiden bu yok idi. Şimdi o da yeni icat. “Bu tarihten bu tarihe kadardır, ondan sonra dök ilacı. Kuvveti, tesiri kalmaz.
Eskiden ilacın bozulduğu duyulmazdı, şimdi vakti geçti, dök gitsin. Ya sizin verdiğiniz ilaçların vakti geçti, ya da siz hastalıktan anlamazsınız. Öyle ya, yüzellibin âlimin bulunduğu memlekette bu kadar fesat, bu kadar hasta insan, bu kadar itikadı bozuk adam nasıl olur?

       Hazret:
-         Bu akım, önünde kayaları devirip giden müthiş bir sel gibidir. Allah’tan kaçış cereyanı bu. Bu akım, Allah’tan kaçmak akımıdır. Öyle müthiş derecede akıyor ki, önüne gelen ne varsa devirip götürecek. Büyük dehşetli kayaları da süpürüp götüren öyle bir selin önüne onu durdurmak için âlimler oraya toplanmışlar, ellerine kürek almışlar ve yanlarında dağlar gibi saman var. Seli durdurmak için o samanı kürekleyip selin önüne atıyorlar. İşte onların yaptığı iş bu.

       Öyle müthiş seli saman durdurabilir mi? Buna imkân var mı? İmkânı yok. Bununla beraber söylediklerinde, eğer hakkını verip söylerlerse onlara dair fazîlet vardır. İşte biz durdurmaya uğraşıyoruz durmuyorsa o başka mesele.
Şeyh Efendi Hazretleri bana:
-      Bırak âlimleri, bütün evliya da bütün peygamberlerin kuvveti ile de bu kaçan insanlara yetişmeye imkân yoktur, dedi. Öyle bir seğirtiyorlar ki, Allah’tan kaçışta, onların arkasından yetişip de onları önleyecek bir kimse yok. Evliyanın kuvveti yetişmiyor şimdi. Önleseler, söndürebilirler, lâkin öyle bir koşup kaçıyorlar ki, evliya velâyet kuvveti ile bile arkalarından yetişemiyorlar.
Salâhaddin Mağribî Hazretleri, «Bize bir dinleyecek kimse gösteriniz de, onlara bizim ilmimizden söyleyelim» dedi. «Bizi dinlemeyen bir kimseye bir söz söylediğimizde, biz o ilmi kaybetmiş oluruz, boş işler yapmış oluruz
O ilmi lüzumsuz yere atıp zayi etmekle, en aşağı mertebede boş bir iş yapmış oluruz. Ancak Cenabı Allah bir kimseye kendi kudretinden giydirirse ancak o, seğirtip kaçanları önleyebilir. Onlara «DUR! Buraya kadar!», dediğinde ona karşı duracak bir kimse de yoktur. «DUR!» dediği anda onlar durmaya mahkûmdur. Mucizeli bir hal olmadan hem geçmiş evliyada olan kerametler ve onlarda olan ilimler de kâfi değil.

       Şeyh Efendi Hazretleri ile ilk defa bu âlemde teşerrüf ettiğim vakitte:
- Oğlum! Seni biz teslim aldık, dedi. Evliyanın Sultanı ile ilk mülakat olduğum gün, Şam’da Şeyh Hasan Râi Hazretlerinde idik. Geçen senelerde onun kabrini açtıklarında olduğu gibi çıktığını söylediler. Hazret, orada yedi sene halvet ve riyazette bulundu. Burada Fatih Çarşamba’da Erzurumlu Hacı Süleyman Efendi Hazretleri vardı. Üçyüzonüç Nebî ve Mürsel kıdeminde olan mürşid-i izamdan birisi idi. O beni oraya sevk eyledi.

       Şimdi, Sahibüzzaman Mehdi Aleyhisselâm, bütün gelmiş geçmiş evliyaların hepsine verilen ilimlerden fazla olarak yediyüz ilme mazhar olmuştur. Yani Cenabı Allah ona bütün evliyadan ziyade olarak hiç bir evliyaya açılmayan hakikat menbâından yediyüz ilim vermiştir.

       İlim dediği vakitte, ne gibi bir kuvvet var?

       Allah’ın beyanına bak, bizim sözümüze bakma. Orada bizim sözümüz yoktur. Cenabı Allah, hak sözü söyletiyor. İlimdeki kudrete bak sen. Esteîzübillah,

فَاقْصُصِ الْقَصَصَ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُون                   
       «Faksusil kasasa leallehüm yetefekkerûn»
    «Ey Habibim! Onlara geçmişlerin kıssalarından söyle ki onlar düşünsünler ve onların hikmetlerinden bilsinler.» Araf Sûresi: 176

       Cenabı Hak, Kur’ân’da Süleyman Peygamberin Saba Melîkesi Belkıs ile olan kıssasını bildiriyor. Ne zamanki Süleyman Aleyhisselâm, «Kim bana şimdi Belkıs’ın tahtını buraya getirir?» dediğinde bir ifrit dedi ki, «Bu meclisten kalkmadan evvel ben getiririm».

   Estaîzübillah,

     قَالَ الَّذِي عِندَهُ عِلْمٌ مِّنَ الْكِتَابِ أَنَا  آتِيكَ  بِهِ قَبْلَ  أَ نْ يَرْتَدَّ إِلَيْكَ  طَرْفُكَ        

       «Kalellezi indehu ilmum minel-kitab ene atîke bihi kable en yertedde ileyke terfük» Neml Sûresi: 40

    İfrit, Ben bu meclisten kalkmadan getiririm dediğinde, ona karşılık kendisine kitaptan ilim verilen bir zat dedi ki, Gözümü kırpıp açıncaya kadar getiririm! Dedi. İlmin kudretini gösteriyor Allah, haberin olsun. Ben âlimim deyip boşuna lakırdı söyleme. Süleyman Peygamberin yanında kitaptan kendisine ilim verilen bir kimse «Gözümü daha kırpıp açıncaya kadar buraya getiririm!» dediği anında oraya hazır etti. İlmin kudretine bak sen, ilimde kuvvet var.

        Hazreti Mehdî’ye o yediyüz ilim verildiği vakitte, o ilme has olan kuvvetle beraber olduğu halde verildi. Bütün bu âlemi hidayete sevk etmesi, bütün bâtılı mutlaka mahvetmesi içindir. Süleyman Peygamber’in veziri Asaf’a verilen, onlara tahsis olan ulûmdan bir ilim idi. Hazreti Mehdi aleyhisselâma verilen yediyüz derece, ilim derecelerinden ziyade kendisine verilmiştir ve her ilme göre bir salâhiyet, bir kuvvet onun emrine verilmiştir. Ona göre bütün bu dünyada,       Estaîzübillah: 
 وَقُلْ جآءَ لْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ إِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقاً

       «Ve kul câel hakku ve zehekal batıl innel bâtıle kâne zehukâ»

       «De ki, Ey Habibim! Hak geldi, bâtıl zâil oldu. Şüphesiz bâtıl yok olmaya mahkûmdur.» İsrâ Sûresi: 81

    Bu ayetin sırrının hakîkati, Hazreti Mehdî’de meydana çıkacaktır. Yeryüzünde bâtıl namına zâhir ve bâtında bir şey kalmayacaktır. Hatta kalbinde bâtılı tutan kimseyi de süpürüp götürecek. Hazret bana bunu da söyledi:
-         Oğlum! Sahibüzzaman olan Mehdi Aleyhisselâm bâtıl üzerine kurulmuş olan ne kadar müessese varsa, bâtıl temele oturtulmuş ne kadar kuruluş varsa ehli ile beraber atacak, bütün Hak kuruluşları meydana çıkacaktır.
İşte, ilim dediğinde böyle ilim olacak. O vakit cehalet tamamı ile yok olup herkesin kendi makamına, iman derecesine göre ilim ona açılacaktır, o ilim de verilecektir.

       İlim nedir?

       İlim, bizi Allah’ın kurbiyyetine iten kuvvettir. Biz ilim ile kurbiyyet makamlarına yürüyebiliriz. O zaman ki ilim, hikmet menbâındandır. Hikmet, ilmin ruhu mesabesindedir, hikmetsiz ilmin faydası yoktur. Ruhsuz ilim faydasızdır. İbliste ilim vardı, hikmet yoktu. Hikmet olmadığından Âdem peygambere secde etmedi. Edep dairesinden dışarıda kaldı. Hikmet sahibinde edep vardır. Allah, bizim kalplerimize de, o hikmet menbâlarından açsın.

       Mehdi Aleyhisselâmın Şam’da oluşu konusuna gelince, şimdi Şam’da değildir lâkin zuhuru için emir olunduğunda, şimdi bulunduğu makamda tekbir alıp hazır olacaktır. Halen hayattadır, lâkin Şam’da değildir.
Arab Yarımadasında, Necid ile Yemen arasında RUB'U’L HÂLÎ denilen bir yer vardır. Burası Necid çölünün güney uzantısıdır.  Orada hayat namına hiçbir şey yoktur. Orada nebat ta bitmez. Orası seyyar (rüzgârların etkisi ile sürekli yer değiştiren) kum denizleridir. Oradan ne bir kuş uçar, ne de bir kervan geçer. Oradan geçmek de yasaktır. Orası bomboş bir yerdir.
 
       İşte Mehdi (A.S.), o mıntıkada bir makamda duruyor ki, orası «KUBBETÜ’S-SÜED» denen bir makamdır. Orası Melâike-i Kirâm’ın bina etmiş olduğu bir kubbedir. Sahibüzzaman Mehdî Hazretleri de oradadır. Kırk halifesi de orada, yedi veziri orada,
Nebi ve rasûller orada ve büyük evliyadan kendilerine izin verilenler de orada hazır olurlar. Sıradan bir kimsenin oraya yaklaşmasına imkân yoktur. Cin taifesi ilâhi bir emirle orasını kuşatarak koruma altına almıştır. Oraya izinsiz gelene dokundukları gibi işini bitirirler.
Hatta Şeyh Abdullah Efendi Hazretleri, onu da söylemişti:

       - Orada, bir büyük mağara vardır, onların makamı o mağaranın içerisindedir. Orası birinci cihan harbinde işgale uğradığı zaman, İngiliz ve Fransızlar o taraflara uğramışlar ve bir devriye birliği orada acayip haller görerek; «acaba burada ne var, içeriye bir bakalım» diye içeriye girmişler ve bir daha dışarıya çıkamamışlardır. Cin muhafızlar onlara dokundukları gibi cansız bırakıp vücutlarını da alıp denize atmışlardır. Arkasından başka bir askerî birlik büyük projektörlerle arama yapmak üzere mağaraya girmişler. İngiliz'in bir bölük askeri arama yapmaya geldi, diyor. Nerde kayboldu bunlar? Bunun içerisinde. Onlardan da bir kişi sağ çıkamadı.  Cinler onlara da dokunup kaybetmişlerdir. Kimse bir daha içeriye  girip orayı  teftiş  edememiştir.

       Biz Medine-i Münevvere’de iken Şeyh Abdullah Efendi Hazretlerine bir haberci geldi. Sahib’in (MEHDÎ’nin)  hizmetini gören postacı evliya var, o Hazrete gelip Sahib’in kendisini davet ettiğini söyledi. Hazretin makamı, milletin içerisinde de görünmek olduğu için cismanî kuvvetle milletin içinde idi. Ruhanî kuvvetle de daima orada, Sahip’le beraberdi. Lâkin cismanî vücut ile de davet ettiğinde hâşâ sözüm huzurdan dışarı; avcı köpeği ile çıkar ya, o surette bizi de beraberine aldı. Tayyı zaman ve tayyı mekân ile oraya vardık, yürüyüşle değil. Göz açıp yumuncaya kadar oraya vardık. O makama indiğimizde, Sahibüzzaman Hz. Mehdî oradaydı. Mağaranın ağzı yetmiş zira’ yani yetmiş arşın /yaklaşık 52m/ gelir. Hazret geldiğinde, Sahibüzzaman ellerini açıp o yetmiş arşın ağzı olan mağarayı böyle tuttu. İki eli oradan oraya yetişti. Sonra Hazrete yürüdü. O kucaklayıp öptüğü vakit yukardan öper. Sahibüzzaman boylu-boslu, gayet te heybetlidir, bununla birlikte onun yüz yapısına da kimse bakmaya doyamaz. İşte, şeyhimizle böyle kavuşup, dedi ki:

- Ya Seyyidî! Sizinle görüşmek için bize emir olundu. Sizi onun için davet ettik, bilirsin buradan içeriye zâhirde girmeye izin yoktur. Siz içeriye girerseniz dışarıya çıkamazsınız. Sizinle burada görüşmek de cismanî kuvvetin hakkıdır.

        Şeyh Efendi Hazretleri, o meclisi bana bu beden gözleriyle gösterdi. Bütün bunları, sizin yakîn kuvvetiniz artması için söyletiyor.

        İşte Sahip, Şam’da değil o makamdadır. Lâkin kendisinin zuhuru emrolunduğunda Allâhu Ekber, Allâhu Ekber, Allâhu Ekber diyerekten Şam’ın kıyısında tekbir alır ve Şam’a girer. Girdiğinde bütün millet orada ona bey’at etmek için gelirler, o da kabul eder.

       İlk biat Arafat dağında oldu. Onikibin evliya biat etti. Dedik ya, avcı köpeğini yanında taşıdığı gibi Hazret’in beraberinde idim, Yani Sahib’e onikibin zat biat ettiğinde.

       İkincisinde, rüya yolu ile biat var. Rüyada çok kimseler Hz. Mehdî Aleyhisselâm'ı görüp ona bey’at ettiler.

       Üçüncüsü umumî olacaktır. Bütün İslâm Ehli ona bey’at etmek için akın akın Şam’a gelecek.
Sonra yeryüzünde Allah’ın Halifesi olduğuna dair bey’at alacaktır.


        Umumî biat aldıktan sonra bu bizim buradaki milletin İslâm’a yaptığı hizmetin mükâfatı olarak doğruca yürüyüp yedi konakta, İstanbul’a inecektir. Bu millet İslâm’a çok hizmet etmiş, ehl-i sünnet ve’l cemaat inancını korumuştur. İslâm’ın şerefli sancağını kutsal emanetlerle birlikte saklamıştır. 

        Bu nedenle Mehdî İstanbul’a gelerek sizi şereflendirecektir. Sen hiç korkma, o vakit bizim ahbapları görelim. İnşâallah beraber geleceğim. Şimdi kırılmış bit gibi duruyoruz. Kimsenin haberi yok ama inşâallahu’r-Rahman buraya bir geliş var. İnşallah orada «Lâ ilâhe illallâh» çektiğimiz vakitte, Sahip’le bu İstanbul’a girerken bir baştan bir başa kaynattırılacak.

       Teknik ne, silâh ne canım? Bi iznillâh teknikleri de çöpe, silâhları da çöpe atılacak. Allah, hepinizin dininizi artırsın. Kim dinleyip kabul ederse, o günlere, o saadet gününe onları da yetiştirsin. Kabul etmeyenler de yetişmesin. Madem istemiyor, kabul etmiyor, etmesin.

       Deccâl, Horasan cihetinden gelir, ilk Filistin’e iner. Yanında yetmiş bin taylasanlı Yahudi ile İsrail’e inecek. İsrail, onu bekliyor, onun için orada bir taht kurulmuştur. Geldiğinde oturacak yerini bilsin diye onların meclislerinde büyük bir taht vardır, oraya kimseyi oturtmazlar. Onlar Deccâli âhir zamanda gelecek peygamber diye bilirler. Hâlbuki kitaplarında yazılı olan Efendimizdir. «O değil, o değil» derken, şimdi işleri Deccâl’a kaldı. Deccâl gelip oraya oturup, ondan sonra ilân eder ki:

       Bütün dünyanın hâkimi benim. Tanrınız da benim, bana secde ediniz.

       Oradaki talebeler söyledi: Yahudiler böyle bir film çevirip onu Londra’da televizyonda göstermişler. Bir acayip isimle, o filmin adını koymuşlar. Harikulade işler gösteren bir kimse geldi, geliyor diyerekten kendi kitaplarına göre bir film ile onu intizar edip duruyorlar. Yahudiler bilir, onlar hazır da beklerler.

       İsrail devletinin orada muvakkat olarak kuruluşundaki hikmet budur. Allah onlara Deccâl ile birlikte kırk gün dünya hâkimiyeti verecektir. Hani Yahudiler daha önce Hz. Musâ (as) zamanında Kırk gün buzağıya tapmışlardı ya, işte, bunu anısına Deccâl da onları kırk gün buzağının üstüne bindirecek. Gezsinler, kırk gün dünya onların elindedir. Şimdi, bütün dünyada alttan alta, onlar hâkimdir. Lâkin o vakit zahirde de Yahudiler, bütün dünyanın idaresini ellerine alır.

DECCAL, ŞAM’A GİREMEZ. MEKKE MEDİNE’YE GİREMEZ.

        Ordusu: Bütün Yahudiler ve bütün veled-i zîna olan kimseler onun ordusunda, bütün edepsiz, kadınlar da arkasında olacak. İşte bu hippiler-mippiler onun arkasına takılıp bir ucu mağripte bir ucu maşrıkta ordusu ile dolaşacak. İş yok, güç yok, oyun-eğlence çok. Milletin istediği o. O zamanda çalgıyı çengiyi duyan, oyun - eğlenceyi duyan, iş-güç yok diye onun arkasına takılıp dolaşacak. Tâ ki Hazreti Îsa gökten yeryüzüne ininceye kadar.

Hazreti Îsa gökten yeryüzüne indiğinde Deccâl’i öldürecektir. Bütün Yahudileri ve Deccâl’ın askerini de tüketip yeryüzünde doğudan batıya «Lâ-ilâhe İllallâh» yazacak. İnşallah o saadet günlerine de yetişiriz. Dâbbetü’l arz ise İsa aleyhisselâmın sonralarında çıkacaktır.

       Bilirsiniz Karaköy’de Yeraltı Câmi’si vardır. Orada Rasûlullah (sav) Efendimizin ve bütün evliyanın ruhaniyetlerinin hazır olduğu bir meclise, yedi günlük iken Hz. Mehdî’yi, Hazreti Hızır (as), ona isim verilmek üzere getirdi. Hz. Mehdî her ne kadar yedi günlük bir bebek idiyse de, günde bir aylık büyüyerek yedi aylık bir bebek gibi oldu. Peygamberimiz onu «Muhammedü’l Mehdî» diye isimlendirdi. Sonra kendisi mübârek elini koyup vaktin sahibi olduğuna dair ondan biat üzerine durup bütün evliyalar da orada biat ettiler. Ondan sonra burada durdurulmadı, tekrar yerine döndürüldü.
       Hz. Mehdî’nin buraya İstanbul’a ikinci gelişi İslâm’ın şerefli sancağını teslim almak için olacaktır. Görevi odur. Şimdi kırk yaşını buldu ve ilerledi. Lâkin kırktan elliye kadar kırk diye hesap olunur.

       Bulutu gördüğünüzde, yağmur her halde yağar diye tahmin ettiğimiz gibi bu ehlullah da ortalığın haline baktığında onun gelişini öyle yakın görüyor. O,  ordusu ile geldiğinde kuzular da kesilip, ziyafetler de verilir. Zikirlerde çekilip, ondan sonra göz açıp yumuncaya kadar yerimize döneceğiz. Arabaya binmeye hacet yok, atların üzerinde. Atlara bindiğimizde; bizim bineceğimiz atlar İnşâallah ufka basarak gidecek.

       Mehdî’ye o genç halinde altı ay boyunca verilecek o manevî ilimlerin temelini Şeyh Şerâfeddin Hazretleri döşedi. Ondan sonra hizmet, bizim Hazrete verildi. Şimdi bizim Hazretten oraya kuvvet aşılanır. Ondan sonra o, meydana çıkacaktır.

       ALLAH, HÛ, HAK, HAY. Zikrettik. Zikrin dışında mıyız? Zaten zikrin içindeyiz. Şâh-ı Nakşibend Hazretlerine müridleri, «Elhamdülillah, sizi bulduk ya Seyyidî!» demişler. O vakit Şâh-ı Nakşibend Hazretleri bir perde yaptı, kendisini kaybetti. Onlar «Nerededir?» diyerekten oraya buraya koşup aramaya başladılar. Sonra ortaya çıkıp göründü ve dedi ki, «Ben Buradayım. Siz mi beni buldunuz? Yoksa ben mi sizi buldum? Hele bulun bakalım. Beni buldunuzsa niye burada bulamadınız

       İşte, onlar bizi buluyor. Müridleri o mürşidler buluyor, topluyor. Şimdi Anadolu’da, Arabistan’da ve buradaki şeyhlerden, bu hakîkat membalarını söyleyecek bir kimse, bu söze mezun olan şeyh yoktur. Bu, büyük şeyhimiz Hazretlerine açılmış bir kapıdır. Ona izin vardı, izinle söyleniyor, söyleyen O'dur, bizi zannetme. Bunu söyleyebilecek bir adam varsa, ben onun ayağının altını öperim.

Mehdî’den haberi olmayan, Mehdî’den haber bilmeyen, haber söylemeyen adam daha çok uzaktadır. O, o haberi ona bildirecek adam ister.

       Siz Cenabı Allah’a şükrediniz ki, size bu haberleri işittirecek kimseyi ayağınıza yolladı ve size bu gibi hakikatleri kabul edecek, tasdik edecek bir kalp te verdi. Bu nedenle sizler şeksiz - şüphesiz amennâ ve saddaknâ diyorsunuz.

        Hazreti Mehdî a.s. buraya geldiğinde, buradan İslâm’ın şerefli sancağını ve emanetleri de teslim aldığında, o zaman Deccâl’ın huruç ettiğine dair haber gelecek ve kendisi buradan hareket edecektir.
O zaman bütün dünyada ne kadar ehli iman varsa ilân olur ki;


DECCÂL’IN FİTNESİNDEN SAKINMAK İSTEYEN ŞAM’A, MEKKE’YE VE MEDİNE’YE GİRİP ORADA KENDİNİ GÖZETSİN!

       Bu İstanbul’da bir veliyyullah var, Boğazda. Siz onu bilmezsiniz. O, yalnızca doğrudan Hz. Peygamber Aleyhisselâmdan emir alır. İşte o, burada bulunuyor. Onun görevi, İstanbul’da kutsal emânetleri gözetmektir. Yedi düvelin kuvveti gelse onların çemberini kırıp ta içeriye adım atacak kuvvet yoktur. Bu emanet Hazreti Mehdî’nindir. Kim çalacak? Kim yaklaşabilir oraya? Yaklaşan bir kişi yanar, onun alevi görünür.

       Vaktin Sahibi, tevhid sancağını açıp tamamıyla zulmü ortadan kaldırıncaya kadar bu insanlar arasındaki ihtilaflar devam edecektir. Hak sahibinin hakkını, herkesin hakkını ve hukukunu adaletle taksim ettiği vakit; ihtilaf, kavga, ikilik, üçlük bitecektir. Şimdi herkes kendi yanında haklıdır.

       Cenabı Allah’ın (C.C.) onlara olan muameleleri niyetlerine göredir. İki taraf, üç taraf, dediğimiz kaç taraf olursa olsun onların niyetlerine göre Cenabı Allah (C.C.) onları muhakeme eder. Binaenaleyh niyeti hayır olan, Allah yanında niyeti makbul olan kimseye, Allah’ın muameleleri, Allah’ın rahmeti olacaktır. Niyeti şer olduğu vakitte, o zamanda Allah’ın ona karşı intikamı haktır. Cenabı Allah intikam alıcıdır.

       Bu ahir zamanda bu fitnelerin olacağını aleyhisselâtü vesselâm Efendimiz haber vermiş ve tâ vaktin sahibi çıkıncaya kadar da devamını bildirmiştir.

       Ölen ne için öldüğünü bilmeyecek, öldüren de ne için öldürdüğünü bilmeyecek. Ölen ne için öldüm? Öldüren ne için öldürdüm? ondan haberi olmayacak diye bildirmiştir. Öyle karanlık bir devirdir şimdi. Onun için Allah, vaktin sahibini bize tez gönderip o nuru açsın.

       Bizim silâhımız «ALLÂHU EKBER» dir. Bizim silâhımız üzerine silâhları varsa gelsinler. Siz, o silâhla silahlanın korkmayın.

“Bu sözü ben size, doğrudan Peygamberin emri ile söyledim.”

Ve başarı ancak Allah’tandır.

KAYNAK: Şeyh Muhammed Nâzım Âdil Hakkânî, TASAVVUFÎ SOHBETLER, İkinci Baskı: 201


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder